Yıl 1924.
Henüz savaştan çıkmış olan Anadolu, ardı arkası kesilmeyen 350 yıllık dayaklardan dolayı haşat olmuş vaziyette. Üstte yok, başta yok. Ülkede erkek nüfusu, bir kutu dolusu yanmış kibritten hâllice. Kadın nüfusu desen, Anadolu’dan daha yıkık dökük.
Daha 1 yaşındaki Cumhuriyet’in yarını var mı yok mu, belli değil.
Ve böyle bir ortamda, böyle bir yoklukta, bir vizyon ortaya konuluyor: Ülkenin hem dışarı harcama yapmasını engellemek hem de dışarıya mal satarak para kazanmasını sağlamak için bir şeyler yapmalı.
Yapılması planlanan o şeylerden biri, çay yetiştirmek. Çünkü insanımız yüzlerce yıldır kahve içiyor; içtiği kahve yaban elden geliyor. Ama kahveyi yetiştirecek ne yer var, ne eleman. Ama çay öyle mi? Çay için Kuzey Anadolu var. Çayı ekmesi, hasat etmesi, kurutup piyasaya sürmesi daha kolay.
Bu fikirle çay işine girişiliyor. Önce Bursa tarafında deneniyor ama tutmuyor. Tutmayınca yüzler biraz asılıyor tabii ama vazgeçilmiyor. Bu sefer daha yağmurlu, çayın ana vatanına daha benzer bir coğrafya olan Rize ve Artvin’e dikim yapılıyor. Bu sefer tutuyor.
1917 yılında “Çay dikmek iyi bir fikir olabilir” raporunun yazılmasından 21 yıl, 1924 yılında bu işe başlanmasından 14 yıl sonra ilk hasat yapılıyor. Yıllar süren bu çabaların ardından 1940’larda çay hasadı katlanarak büyüyor. Bir de üzerine devlet, yabancı ülkelerden çay ithâlini kısıtlıyor, ülkede çay yetiştirmeyi de bir düzene bağlıyor. İş öyle büyüyor ki, 1971’de çay için özel kânun çıkartılıyor, kurum ihdâs ediliyor.
1917’de “Bunu bir düşünelim” diye çıkılan yol 1980’lere vardığında Türkiye, dünyanın en büyük 5 çay üreticisinden biri oluyor. Anadolu’da daha öncesinde bir yaprağı dahi yetiştirilmemiş bir ürün, sıfırdan bu coğrafyanın yerel ürünü ve küresel markası hâline getiriliyor. Bugün Türkiye, yılda yaklaşık 250.000 ton çay üretimi ile dünyanın en büyük 6. üreticisi.
Demem o ki, istenirse, bu devlet isterse, sıfırdan marka da yaratır, olmaz denileni de oldurur. İstenirse, bu devlet isterse, bu ülkeye büyük gelir kaynakları yaratır, büyük sektörlerin kapısını açar.
Kripto para piyasası, COVID-19 salgınının bahânesi olduğu büyük küresel dalgalanmalardan en az etkilenen ve en hızlı toparlanan piyasa oldu. 50 gün önce tüm küresel piyasalarla birlikte düştüğü noktadan bugün geldiği nokta arasında tam 3 kat fark var. 50 günde 3’e katlayan ve bu yürüyüşüne devâm eden, geleceğin dünyasının inşa’ edilmesinde çok büyük rol oynayan bu piyasaya ülkemizin mutlak sûrette dâhil olması, bu sektörde güçlü bir yönlendirici olarak bulunması şart.
Çay mûcizesini yaratan vizyonun benzeri, kripto para piyasası için derhâl ortaya konulmalı. Bu târihî fırsat hem devlet hem de ülkemiz sektörleri tarafından kaçırılmamalı. Türkiye, bu işin öncülerinden olmalı.
Artık geleceği tâkip eden değil, inşa’ edenlerden olma vaktidir.
Bu makale yatırım tavsiyesi veya önerisi içermemektedir. Her yatırım ve alım satım hareketi risk içerir ve okuyucular karar verirken kendi araştırmalarını yapmalıdır.